Uzun bir sessizlik döneminden sonra yeni bir post için
oturma ve yazma motivasyonunu yakalayabildim...
Aslında bu süreçte yazacak ilginç bir şey
de pek olmamıştı. 2012 Avrasya’dan sonra ilk koşumuz eşimle birlikte
hazırlandığımız ve onun ilk 21K koşusu olacak olan Bozcaada Yarı Maratonuydu.
Eşim için müthiş bir başarı hikayesiydi... Diğer bir koşu
ise hemen Bozcaada’dan 2 hafta sonra koşulan Çayırova Yarı Maratonu oldu.
Sonrasında ise yaz dönemi, yeni sakatlığım ve 2013 Avrasya… Ama bu süreçte beni
derinden sarsan tek şey babamı kaybetmem oldu. Benim gibi sağlık ve spor
düşkünü birinin babasının göz göre göre sigaradan dolayı akciğer kanserine
yakalanmış olması ve ellerimizin arasından su gibi akıp gitmesi çok travmatik
bir durumdu. Acımı tarif etmek mümkün değil. Babamın hastalığı sürecinde sağlam
kalabilmemin tek nedeni koşmak oldu. Evde oturamadım koşuya çıktım, bunaldım
koşuya çıktım, babam komaya girdi koşuya çıktım, babamı toprağa verdim koşuya
çıktım. Koşmasam düşünecek, kuracak ve kendi kendimi yiyecektim. Koştum,
düşüncelerden uzaklaştım, koştum, ağladım, koştum, rahatladım, koştum, koştum,
koştum… Bu sene maratonumu da babama adadım… Attığım her adım babam içindi, onu
anmak, kanseri ve sigarayı lanetlemek içindi… Koşu boyunca ne zaman zorlansam
babamı düşündüm ve onun benimle gurur duyabiliyor olma olasılığını düşündüm… Umarım
görebiliyordu…
Bu sene antrenman sürecimde Haziran başında başlayan
sakatlık, sonrasında babamın hastalığının olumsuz etkileri ile mücadele etmek
zorunda kaldım. Toplam 74 antrenman koşusunu 75 saatte yaparak 744 km mesafe
kat etmişim.
Önce Nisan, Mayıs aylarından başlayayım. Eşimin sakatlığı
geçmiş ve koşmaya başlamıştı. Önümüzdeki en cazip fırsat Bozcaada Yarı
Maratonuydu ve ona hazırlanmaya karar verdik. Bütün antrenmanlar eşime göre
ayarlandı. Yani ben onun hızında koştum. Benim normal pace’ime göre yaklaşık
1:30 dakika yavaş koştum. Bütün antrenmanlar ve koşu boyunca eşime eşlik ettim.
Tabi bu beni ister istemez yavaşlatmış oldu. Aylarca yavaş koşarsan
yavaşlarsın. Doğal… Bozcaada’dan 2 hafta sonra Çayırova vardı ve bu iki haftayı
kendi pace’imi yakalamak için interval ağırlıklı geçirmeye karar verdim.
Çayırova koşusu boyunca da maksimum limitlerimde koştum. Ancak 1:53:00
yapabildim ki bu geçen sene Avrasya antrenmanları sürecinde yaptığım 21k
derecelerinden kötü bir dereceydi. Bu moral bozukluğu ile intervallere devam
etmeye karar verdim. Hemen Çayırova’dan 2 gün sonra sahile indim, intervale
başlamıştım ki, kalf’ımın altında soleus kaslarımda bir acı oluştu. Acıyı en
iyi şöyle tarif edebilirim; adeta iki terrier ısırmış ve ben koştukça benimle
geliyorlar. Hemen durdum. 2 gün bekledim, acı sızı yok, tekrar çıktım, aynı… Bu
sefer etkisi uzun sürdü, 3-4 gün sonra tekrar denedim ama durum daha kötü. Tabi
ver elini internet… Upper Achilles Sendromu olduğunu düşünerek tavsiye edildiği
gibi 2 ay koşmamaya karar verdim. Zaten önümde 3 hafta yaz tatili vardı… Temmuz
sonuna kadar hiç koşmadım. Acı gün içinde vardı ama her gün azalıyordu. Son 1
ay hiç yoktu ama koşmayı da denememiştim. Bu sırada çeşitli egzersizlerle kalfı
güçlendirmeye çalışıyordum ve bisiklet ile yüzme yapıyordum.
14 Ağustos geldi,
tatiller bitti ve artık Avrasya’ya 3 ay kalmıştı. İki ay aradan sonra ilk koşuma endişe ve gerginlik içinde çıktım… Ve daha 1-2 km olmadan
aynı acı başladı… Kabus gibiydi… Böyle devam etmeye kadar verdim. Kendimi
zorlamadan minimum tempo ile koşmaya devam ettim. Her gün bir öncekinden biraz
daha kötü oluyordu, sonra iyileşiyor gibi oluyordu ve tekrar alevleniyordu.
Ağustos ayı boyunca ortalama pace’im 06:00-06:30… Eylül ayında da benzer
paceler devam etti. Hafta sonları uzun koşularım tam bir işkenceydi. İlk 5km
acı çok, sonra uyuşuyor gibi oluyor ve azalıyor son km’ler sanki parçalanıyor
gibi. Ayak parmak uçlarıma bile dikilemiyordum. Ama duramazdım. Yoksa 2013 güme
gidecekti…
Suçlu benim aşırı yüklenmem mi yoksa yeni aldığım
ayakkabılar mı tam bilemiyordum. Bu sene Newton Gravity almıştım. Çoğu
Ironman’in kullandığı bir marka ve cushioning konusunda kendi patentleri olan
ve diğer bütün ayakkabılardan farklı bir teknikle üretilmiş bir ayakkabıydı. 3
derece Heel-to-Toe dropu oluşu ve değişik bir şok emme sistemi nedeniyle
sakatlığımın sebebi o mu bilemiyordum. Ya da ikisi de… Biraz da kendimi ittiğimi
düşünüyorum, normalde koşarken arkada kalan ayak ile itme hareketi yapmamak
lazım ama intervallerde ittim galiba… Bütün bunların birleşimi sakatladı beni…
Tesadüfen Baltalimanı Kemik Hastanesinde Spor hekimi
olduğunu öğrendim. Belki yardımı olur düşüncesiyle randevu aldım. Eylül ayının
sonuydu. Avrasya’ya 4-5 hafta vardı. Benim yazılarımı okuyanlar Türkiye’deki
hekimlerin spor sakatlıkları ile ilgili yaklaşımları hakkında düşüncelerimi
bilir. Muayene sırasında duyacağım sözleri hayal ediyorum. “Koşmayı hemen
bırakın, birkaç aya geçer” J
Bu beklenti ile randevuya girdim. Uz. Dr. Canan Gönen Aydın… Kısa bir
muayeneden sonra kalf kasımın achilles tendonuma göre çok büyük olduğunu bunun
dengesizlik yarattığını, koştuğum zeminle birleşince MTSS geliştiğini söyledi.
Bilmediğim bir sakatlık adı duymama şaşırmıştım. ESWT cihazında 5-6 seans
terapi görmem gerektiğini söyledi ve ilk seansı da 10dk içinde yaptılar. Korku
dolu bir şekilde koşmaya devam edeyim mi dedim… Tabi ki dedi, yoksa iyileşme
olup olmadığını nasıl anlayacağız… Vaaaay dedim… İşte bu… Aradığım doktor… Ve
2-3 gün arayla seanslar devam etti, koşular da… 4. Seansın sonunda iyileşme yok
denecek kadar azdı. Maratona 4 hafta kalmış ve ben acılar içindeydim, sanki
neşter ile bacağımın dış kenarı kemik boyunca dikine kesilmiş ve açılan
yarıktan giren hava canımı yakıyor gibi... Acıyan bölgeler birebir fotoğraftaki gibi...
Bu sırada babamın durumu belli olmuş
ve ayrı bir acı da kalbimi yakıp kavurur olmuştu… 5. Seansta her şeyin
değişebileceğini söyleseler de hiç umudum yoktu… 11 Ekim günü son seansa
gittiğimde son 1-2 gün içinde %40-45 iyileşme olmuştu. Tamam dediler… Biz yola
koyduk, gerisini vücut halledecek, koşmaya devam… En azından zemini
değiştirerek işleri kolaylaştırayım düşüncesi ile sahilde beton zeminde koşmayı
bırakıp bütün koşularımı Belgrad Ormanı Neşet Suyu Parkuruna taşımaya karar
verdim. Normalde akşam iş çıkışı koşuyordum ama orman karanlık olduğundan
sabahları koşmaya başladım. Bunun için saat 5:30 kalkış, 06:00 Ormana varış,
10k koşu sonrası 7:15 eve dönüş, hızlı duş vs 7:35 işe doğru yola çıkış. Pazar
günleri dahil aynı takvimi uyguladım. Çünkü Pazar günleri uzun koştuğum için
ailelerin gezintiye geldiği saatlere kadar sarkıyor ve çok zorluk çekiyordum. Saatler
geri alınmadan önce ormana vardığımda henüz gece devam ediyor oluyordu. Bir
koşumda bana eşlik eden köpek sayesinde yolu bulabildim. Hatta bir ağaca
çarpıyordum J O
saatte ormanda sis ve karanlık içinde koşmak çok gizemli ve değişik bir
deneyimdi… Tabi tek başınasın… Bütün parkur bomboş… Bu arkadaş da benim yeni ekürim...
Maratona 2 hafta kala hala acı az da olsa yerindeydi. Ne
zaman zorlasam “Hooop, ne oluyor, ben buradayım” diyordu. Artık maratonu bu acı
ile koşacağım gerçeğini kabul etmiştim. 10 günden az kalmış ve Haziran başından
beri geçmeyen şey tabi ki 10 günde geçmeyecekti… Ama ne olduysa ben de
anlamadım. Son haftanın içinde, acı %99 bitti… Maraton fuarından aldığım
Booster kalf koruyucuyu da takviye olarak giymeye karar verdim. Daha önce hiç
denememiş olsam da eğer sorun çıkarırsa aşağı sıyırırım düşüncesiyle
maratoncuların tavsiyelerinin başında gelen “Daha önce denemediğin hiçbir şeyi
yarış günü kullanma!” kuralını çiğnedim J
Kalf koruyucu kasları sıkı tutarak adımların kemikler ve kasların birleştiği noktada yaptığı titreşimi azaltarak sakatlanma riskini düşürüyor, aynı zamanda toplar damarları sıkı tutarak kirli kanın burada oturup kalması önleyerek kas içinde iyi oksijenlenmeye olanak sağlıyor.
Bu arada geçen sene antrenman sürecinde yaşadığım hiçbir
sorunu bu sene yaşamadım, su, gıda, dışkı vs konuların yönetimi konusunda iyice
uzmanlaşmışım… Geçen sene uzun koşularda oldukça fazla kilo kaybederdim bu sene
beslenme ve su konusunu doğru becererek ertesi sabah aynı kiloda uyanmayı
başardım.
Bu sene geçen seneden farklı olarak Body Building
antrenmanları da yaptım. Geçen sene de denemiştim ama özellikle uzun koşular
sırasında son çalıştırdığım kas gruplarındaki acı koşuyu işkence haline
getirdiği için bırakmıştım. Bu sene büyük bir azimle devam ettim.
Haftalık antrenman programım şu şekilde oldu…
Pazartesi
|
Salı
|
Çarşamba
|
Perşembe
|
Cuma
|
Cumartesi
|
Pazar
|
|
|
|
|
|
|
|
KOŞU
|
BİSİKLET
|
KOŞU INTERVAL
|
KOŞU
|
DRILLS
|
BİSİKLET
|
UZUN KOŞU
|
GÖĞÜS
|
LATERAL
|
KARIN
|
OMUZ
|
KOL
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu senenin geçen seneden bir farkı da Cross Training (Çapraz
Antrenman) konusunu aksatmadan uygulamam oldu. Her Salı ve Cumartesi yarış
bisikleti ile CT yaptım. Ayrıca bu sene karın kaslarımı güçlü tutma konusunda
da daha özenliydim. Her Çarşamba koşudan sonra karın çalıştım. Koşuları sabaha
taşıdıktan sonra çift antrenmanlı günler oluşmuş oldu. Biraz daha rahat oldu.
Interval sonrası karın çalışırken zorlanıyordum… Tabi intervallerimin adı interval. Sakatlıktan dolayı hiç biri doğru dürüst interval olamadı :-(
Drill’e gelince… Haftada 1 gün yaptım ama galiba 2 gün
yapmak daha iyi olacak… Önümüzdeki sene drill’i 2 güne çıkaracağım. Bu haftalık
programı iki elim kanda bile olsa uyguladım. Gerektiğinde bazı günleri
birleştirdim, gerektiğinde kaydırdım ama toplamda hiç birini iptal etmedim, es
geçmedim.
Bütün yaşadıklarıma rağmen olabildiğince hazırdım. Aklımda
hedef süre yoktu. Aslında geçen sene başında bu sene için koyduğum 3:30:00 hep
kafamdaydı ama henüz 5:45 ortalama pace’in altında koşamadan maraton gelmiş
çatmıştı. Bu durumda geçen senenin altında bitirmek hedef haline dönüştü.
Ormanın yokuşlarını hesaba katarak asfaltta ve genel olarak düz olan Avrasya
parkurunda daha iyi bir ortalama pace çıkaracağımı tahmin ediyordum ama sonuçta
sakatlığımın bana neler yaşatacağını bilmiyordum. Belki 30km sonrasında beni
bitirecekti… Kafamda bir sürü soru işaretleri yarışı bekliyordum.
Cumartesi akşamı son kontrollerimi yapıyordum, kıyafetler,
HRM, telefon, kulaklık, yarış çipi, göğüs numarası, su toplama ihtimali olan
yerler için vazelin, enerji jelleri, olası tuvalet ihtiyacı için ıslak mendil,
koşudan hemen önce içmek için su, koşudan önce köprüde donmamak için atmalık
sweat shirt… Gece boyunca kaç kere odaya
girip baktım bilmiyorum. En sevdiğim parça babam için yaptırdığım t-shirt…
Ertesi gün giyeceği bayramlıklarının heyecanıyla günü geçiren çocuklar
gibiydim.
İki-üç gündür karbonhidrat ağırlıklı beslenerek glikojen
depolarımı olabildiğince fulledim. Cumartesi akşamı koca bir tabak makarna…
Pazar sabahı kahvaltıda aynı şekilde makarna J
Aylardır yemeyince insana çok güzel geliyor… Bu noktada aşırıya kaçmamak
önemli… Yoksa hem aşırı tuvalet, hem de kilo alma olabilir. Aylarca
hazırlandıktan sonra basit bir tuvalet meselesi her şeyi mahvedebilir. Yolda
örneklerini gördük J
Yarış öncesi beslenme kadar yarış içi beslenme ve su alımı
çok önemli. Ben geçen sene olduğu gibi her 7km’de bir 500kcal’lik jel atarak
bacaklarımdaki glikojen depolarını olabildiğince korumaya çalışacaktım.
Son 2
gün su alımımı da arttırarak olabildiğince vücudumun su oranını yükselttim. Su
alım stratejisi olarak yarış öncesi evden çıkmadan önce 0,5lt, yarıştan hemen
önce 0,5lt daha planladım. Maraton boyunca bütün istasyonlardan su alacaktım.
Tabi Kasım ayı ve köprünün sabah ayazı bütün planları geçen sene olduğu gibi
bozdu. Evden çıktığımdan beri 4 kere dolu dolu çiş yaptım. Sırf köprünün
üstünde 1 saat boyunca 3 kere yaptım. Ve hemen 10dk önce yapmama rağmen koşu
başladıktan sonra köprüyü geçer geçmez bir daha gelecekti. Bir de 12.km’de…
Soğuk hava benim böbrek aktivitemi anormal arttırıyor. Ama bütün istasyonlardan
su alarak dehidre olmadan hallettim.
Cumartesi akşamı saat 11 gibi yattım ve kolayca uyudum.
Sabah 05:00 kalkış… Kahvaltıda makarna, 20-25 dk oturma ve tuvaletimin gelmesi
için bekleme J
Tam tatmin olamadığım bir parti tuvalet denemesinden sonra Sirkeci’de ikinciyi
denemek üzere giyinip 06:10 gibi arabayı Sultanahmet meydanındaki otoparka
koymak üzere yola çıktım. Ama nafile… Saat 07:00’da kapanacağı söylenen yollar
erken kapanmış… Karaköy köprüsünün oraya geldim polisler geçirmedi, bir de
Unkapanı köprüsünü denedim olmadı. “Araba parkurda kalmayacak, Sultanahmet’e
otoparka bırakacağım ben koşucuyum bakın göğüs numarama” dedim ama kabul
etmediler. Neyse fazla gerilmeden Taksim’e gitmeye karar verdim. Ne de olsa
tüketilmiş enerji; tüketilmiş enerjidir. Sinirden bile olsa… Taksim’in yeni
düzenini doğru dürüst bilmediğim için arabayı Gümüşsuyu’nda bir ara sokağa park
edip yukarı yavaşça yürüdüm. Bu yürüyüş barsak aktivitemi de arttırmıştı J Hemen The Marmara’nın
altındaki Starbucks’a gittim. Bu sefer tamamdı… Bütün intestinal sistem boşalmıştı…
Hop oradan servislere…
Köprüye vardığımızda hemen indiğim yerde Hareket Candır
ekibine rastladım. Yunus, Melis, Ezgi, Serkan vs… Herkes oradaydı. Biraz sonra
Serkan ile gruptan ayrılarak maraton tarafında geçtik. Grubun büyük çoğunluğu
15K koşacaktı… Sonra Bilal ve Alperen ile buluştuk. Son 15dk’ya kadar muhabbet
edip karşılaştığımız tanıdıklar ile selamlaşmalar vs sonrası ısınma koşularına
başladık. Maratonun başlamasına 2-3dk kala birbirimize başarılar dileyip,
sarılıp bir daha yol boyunca konuşmamak üzere yerimizi aldık J Her türlü enerji
tüketimi hesap dahilinde J
Aşağıdaki fotoyu çektiğimizde Alperen'le henüz buluşmamıştık.
Bu sene en arkalardayız. Geçen sene ortalarda başlamıştım.
Beni başlarda geçen az olmuştu, yolda ilerlerken pek de sıkıntı çekmemiştim.
Ama bu sefer arkada başladığım için pek çok insanı geçmeye çalışmak zorunda kaldım.
Bir sürü zig-zag… Bir sürü gereksiz enerji sarfiyatı…
Bütün koşuyu kalp ritmi odaklı koşacaktım. Benim recovery
veya endurance denen Zone1 124-136 bpm arası… Buna sadık kalarak hiç Laktik
asit üretmeden Barbaros’un sonuna kadar indim. Ortalama pace 6.05’den başladı
ve her km’de düşüyordu. 5K sonunda 05:48 oldu. Karaköy köprüsünde giderken
gayet iyiydim. Koşunun gerisini kalbi 150-155 bpm arası tutarak koşacaktım ve
yavaşça bu tempoya doğru hızlanmaya başladım. 7km’de ilk jelimi attım… Kendimi
gayet iyi hissediyordum. Yolda Hülya’yı gördüm… Selam verip yavaşça geçtim.
Karaköy köprüsüne girdim, burası tüm parkur içinde en sevdiğim yer... Arkada
tarihi yarımada, Haliç’in suları, martılar… İstanbul Maratonu’nu yabancılar
için cazip kılan her şey burada toplanıyor. Köprü üstünde manzarayı seyredip
keyfini çıkara çıkara ilerledim. Bacaklarda hiç problem yok… Yine çişim geldi ve hızlıca bir ağacın yanına gidip yaptım. Feshane dönüşünden
sonra 15K parkuru ile kısa bir birleşim ve Unkapanı sapağından ayrıldık.
18-19km civarı Haşim İşcan geçidinden geçerken aklıma geçen sene tam bu noktada
yaşadığım garip şey geldi. Maratondan bir hafta önce başlayan Achilles
tendonidis’in etkisiydi sanırım. Topuklarımdan ayak bileğime doğru iç taraftan
hava kabarcıkları ilerliyormuş gibi bir his… Geçen sene bu noktadan sonra bana
çok sıkıntı vermişti… Achillesteki sorun hala geçmemişti. Tam bağlantı
noktasındaki sıkıntı bir senedir devam ediyordu. Ama bu sene koşuda sorun
çıkarmadı. Yenikapı’ya gelirken oldukça iyi hissediyordum ve hızlanmıştım. Geçen senenin kazananı
Chebagut ben sahile ulaşamadan önümden geçip gitmişti. Bu sene sahile girdikten
2-3km sonra karşıdan lideri gördüm. Bu noktaya kadar her km’de ortalama pace
düşüyordu. 5:20-5:15-5:09… Galiba ortalama 5:00 pace ile bitirecektim. Çok
mutluydum J
Annem ve kardeşim Ozan, Samatya çıkışının orada bekleyeceklerdi. İçimde o noktanın heyecanı vardı. Babam için koşuyordum
ve onları görünce neler hissedeceğimi bilmiyordum. Heyecan içinde beni
beklemeleri gereken noktaya yaklaştığımda annem ve kardeşimin yerinde yeller
esiyordu J
Herhalde sahil kapalı olduğu için trafik var dedim… Annem cabbar kadındır. Bir
yol bulur. Olmadı dönüşümü bekler. Aynı noktadan bir de 35km’de geçecektik. Ama
o esnada ne durumda olacağımı bilmediğim için şimdi görmek daha iyi olurdu. Yol
boyunca bakınarak ilerledim. Bu sayede km’ler akıp gidiyordu J Derken… Aha… İlerde
yürüyorlar. Tam 25K su istasyonunu geçtim kardeşimle birbirimizi gördük. O sırada
kafamdan aşağıya sünger sıkıyordum… Hemen hızlıca ikisine de sarılıp, öpüp,
tabi ki ağlamaklı olup koşmaya devam ettim… İnsanın böyle anlarda ailesinin
desteğini hissetmesi çok önemliymiş… O gazla ortalama pace’imi düşüre düşüre
ilerliyordum… Herşey harika gidiyordu. Derken birden bire kulağıma gelen müzik
durdu ve bir anda sırtımdan ter çıktı. Aklıma start anında telefonun ekranını
kapatmadığım geldi… Nike+ uygulaması ile koşuyorum ve her km sonunda geri
bildirimi ondan alıyordum. Ama ne yazık ki iPhone’un pili 2 saat 21 dk açık
ekrana dayanabildi… Böylesine önemli bir koşuyu tamamen kaydedemediğime mi
kızayım, bundan sonra pace konusunda geri besleme alamayacağıma mı üzüleyim
bilemedim… Start anının heyecanı işte…
Gelik’in önünden döndükten sonra ilk başta klasik kafa
rüzgarını hissetmedim. Çok sevindim ama biraz sonra tatlı tatlı başladı… Birkaç
km geçmemişti ki solda karşıdan gelen Serkan’ı gördüm. Ne zaman geçmiştim onu
bilmiyorum. “Serkan yürü!” diye bağırdım, "koşmaya devam" demek istiyordum J… Beni gördü, elinle
pek iyi değilim gibi bir işaret yaptı… 10 dk falan sonra da Bilal’i gördüm… İyi
görünüyordu… Zaten antrenmansız olduğu için yavaş koşacaktı… Tahmin ettiği gibi
gidiyordu…
30km kontrol noktasına kadar gayet iyi geldim. Samatya’ya
doğru yaklaşıyordum ve yorgunluk, rüzgar vs etkilerden yavaşlamaya başladığımı
hissediyordum. 35K kontrol noktasındaki su istasyonunun hemen arkasında yol
bariyerlerinin üstüne çıkmış kardeşimi gördüm J
Tekrar çok sevindim. Annem de tam gıda istasyonunun yanında elinde soyulmuş bir muz
beni bekliyordu J
Bu sefer hiç durmadan muzu koparıp ağzıma atıp devam ettim. Onları görmek yine
güç verdi… Nabzım biraz yükseldi ama biraz sonra normale döndü. Muzu ağzıma
attıktan sonra arkama dönüp elle bye bye yaptım ve tam öne dönerken önümde
olduğunu görmediğim bir kızcağızın kolunun arkasına dirseğimle çok sert bir
şekilde vurmuş oldum… Nasıl üzüldüm anlatamam… Kızın gözlerinde dehşet ifadesi
vardı… Sorry morry dedim ama nafile… İkimiz de koşmaya devam ettik. Zavallı
kızın kolu herhalde finişe kadar acımıştır. 35 sonrası su damlasa canın acır… Kardeşim
fotoğraf çekerken olayı da görüntülemiş oldu…
Yenikapı Gülhane arası geçmek bilmedi. Artık iyice
yavaşladığımı hissediyordum. Bir iki velet yanıma gelip benimle "of pof" diye
taklidimi yapa yapa koştu. Hiç muhatap olmadım. Baktılar umursamıyorum gittiler…
Fırlamalar J Bir
ara tanımadığım bir adamla yan yana geldik ve her ikimiz de birbirimize uymaya
başladık. Aynı tempo ve adımla birbirimizi hiç konuşmadan, göz göze gelmeden
2-3k taşıdık. Bu sırada aklımda büyük hedefim olan Fransa Nice Ironman var. Allahım aynı mesafeyi önce 4km yüzüp, sonra Nice'in tepelerinde 180km bisikletten sonra yapacaktım... O an karar vermek gerekse kesin vazgeçersin... Bunları düşünmek için çok yanlış bir an olduğunu kendime hatırlatıp devam etmeye odaklandım.
Ve Gülhane girişi… Geçen sene çanıma ot tıkamıştı bundan sonrası…
Yokuş başladıııı… İyice yavaşladım ve kalbimi belli sınırlarda tuttum. Geçen
sene bu noktada bir 15k koşucusu kalpten vefat etmişti… Yavaş ama emin adımlarla Gülhane’nin
çıkış kapısına ve son zorlu yokuşa ulaşmıştım. Burada 1 dakika bile yavaşlasan toplam sürene etkisi nedir ki?
Son 10K boyunca kaç kere "Baba
bana güç ver" dedim bilmiyorum… Bir yandan Pınar’ı düşünüyorum. Acaba beni
bekliyor mu? Telefon kapalı arayamadı merak ediyor mu? Geçen seneki finiş anı
gözümün önünde…
Ve son yokuş… Geçen sene buraya geldiğimde pek kimse
kalmamıştı. Bu sene daha erken geldiğim için oldukça kalabalıktı. Yakınlarını
bekleyen yabancı ailelerin tezahüratları güç veriyordu… Tam yokuşun ortasında
hamstringlerime kramp gireceğini hissettim ve kalçamın altından bacaklarımın
arkasını tutarak durdum. Klasik kramp duruşu J
Bahsettiğim gruptan “oooooo, aaaaa,
nooooo” şeklinde sesler geldi. Bir adım daha atsam kesin girecekti. Sakince
karnımı içime çekerek bacaklarım düz şekilde öne doğru eğildim ve gerginlik
geçene kadar 3-5 sn bekledim. Sonra dikildim ve aynı hızda koşmaya başladım.
Yerini sessizliğe bırakmış olan oooo, noooo sesleri bu sefer “heyooooo,
bravoooo” tarzı seslere dönüşerek alkış koptu J
Elimle ok yaparak o gazla yokuşa devam ettim. Aklımda finish noktasında bekleyen
eşim ilerliyordum ki sağda Melis’i gördüm. Hareket Candır ekibi bizi
bekleyecekti ama o an tek Melis var sandım. Grubun gerisinin finişin 20m
gerisinde olduğunu sağ taraftan gelen Emrah seslerini ve elleri görünce
anladım. O kadar mutlu oldum ki anlatamam… Bütün acılar bitti… Oraya doğru
koşarak çakabildiğim bütün ellere çaktım ve finişe doğru devam ettim. Geçen
sene tam karşımda beni bekleyen Pınar’ımı çizgiyi geçtikten sonra sağda gördüm…
Son gayret sağa çark ve sarılma ile bütün acılar yerini mutluluğa bıraktı…
Başarmıştım. Çok çalışmış, sakatlık, babamın hastalığı ve vefatı ile mücadele
etmiş ama yılmadan yoluma devam ederek başarmıştım. Geçen seneden 21dk daha
erken bitirdim. 03:44:01.
Ve finiş anından bazı görüntüler...
Pınar'ı gördüğüm an...
Birbirimize sarılışımız...
Pace tablom şu şekilde…
0-5
|
5-10
|
10-15
|
15-20
|
20-25
|
25-30
|
30-35
|
35-40
|
40-42
|
Overall
|
05:48
|
05:13
|
05:11
|
05:04
|
05:02
|
05:02
|
05:19
|
05:27
|
06:38
|
05:19
|
Ve teşekkürler…
Harika yaklaşımı ve doğru teşhis tedavisi ile Baltalimanı
Kemik Hastanesi Spor Hekimi Uz. Dr. Canan Gönen Aydın…
Her gün yaptığım antrenmalara, sabah erken kalkmalara,
etraftaki spor aletlerine, habire kirlenen spor kıyafetlerime, vır vır cır cır
kafasını koşu muhabbeti ile yememe katlanarak bana bu süreçte maksimum destek
veren sevgili eşim Pınar Küçükgirgin…
Koşu antrenmanlarım ve yaptığım tüm spor faaliyetlerine
kendimi yoruyorum ve terliyorum diye sonuna kadar karşı olmasına rağmen o gün
yanımda olan sevgili annem Ahsen Küçükgirgin ve kardeşim Ozan Küçükgirgin…
Bir parçası olmaktan büyük mutluluk duyduğum, sıcaklığı ve
samimiyeti ile bütün koşu gruplarından uzak ara ayrılan değerli Hareket Candır!
Ekibi…
Sabah koşularımda beni yalnız bırakmayan Neşet suyunun Alman
Kurdu kırması köpeği…
Hepiniz sağolun, var olun… Herşeyi sayenizde başardım…
Ve son olarak… Yaşarken kendisine teşekkür etmediğim/edemediğim
için çok üzgün olduğum, ömrünü bizim için çalışarak geçirerek bizi yetiştiren,
okutan, büyüten sevgili babam Feridun Kaya Küçükgirgin.
“Baba… Sen gözlerimizin önünde eriyip giderken, adeta “yakında
öleceksin” demek olacak diye sana sarılıp teşekkür edemedim. Her şey normalmiş
gibi davranmaya çalıştık. Ömrün boyunca seni her hangi bir şekilde üzdüysem ne olur beni
affet… Elimden geldiğince senin gibi dürüst ve sevilen bir adamın oğlu olmaya
layık olmaya çalışıyorum. Bizim için yaptığın her şeye minnettarız. Bir gün
buluşmak ve tekrar sarılmak dileğiyle… Huzur içinde uyu… Umarım Lili ile
birbirinizi bulmuşsunuzdur…”