21 Kasım 2013 Perşembe

New Balance 2013 Bozcaada Yarı Maratonu (11 Mayıs 2013)


Aralık 2012’de eşimin sakatlığına teşhis koymam ve tedavi sürecine başlamamızı takiben önce evde koşu bandında çalışmalara başladık. Yaptığımız stretchler işe yaramıştı ve artık koşarken acı olmuyordu. Mart ayı ile birlikte dışarıda koşmaya başladık. Bu sırada disipline olabilmek adına kendimize bir hedef belirlemek istedik ve 11 Mayıs Bozcaada Yarı Maratonu hem lokasyon olarak hem de mesafe olarak tam dişimize göre görünüyordu. Adada güzel bir hafta sonu geçirme fırsatı işi daha da cazip kılıyordu. Hemen kaydolduk. Ve aşağıdaki antrenman programını uygulamaya başladık.

Bozcaada'13  21K
Weeks
Monday
Tuesday
Wednesday
Thursday
Friday
Saturday
Sunday
1
11.3.2013
5
CT
INTERVAL
7
CT
10
Rest
2
18.3.2013
5
CT
INTERVAL
7
CT
12
Rest
3
25.3.2013
6
CT
INTERVAL
8
CT
14
Rest
4
1.4.2013
6
CT
INTERVAL
8
CT
18
Rest
5
8.4.2013
7
CT
INTERVAL
10
CT
14
Rest
6
15.4.2013
7
CT
INTERVAL
10
CT
18
Rest
7
22.4.2013
7
CT
INTERVAL
10
CT
14
Rest
8
29.4.2013
7
CT
INTERVAL
10
CT
18
Rest
9
6.5.2013
7
7
5
20 mn slow
Rest
21K
 
RACE DAY
11.5.2013

Tüm koşularda Pınar’ın pace’i ile koştuk. Mart ayının son haftasında eşimin okuldan arkadaşı Philip ilk yarı maratonunu Bozcaada’da yapacağını duyunca şaşırmış ve neden böyle zor bir parkuru seçtin diye sormuş… 2dk sonra benim telefon çaldı J Pınar da bana soruyor… Çok yokuşluymuş, çok zormuş falan falan… Ama olan olmuştu. Hedef yapılmak içindir… Çarşamba intervallerimizi %100 yokuş intervaline çevirdik ve bizim sitenin içindeki dimdik yokuşlarda koşmaya başladık… Muhtemelen bizi gören manyak olduğumuzu düşünüyordu…
 
Her şey çok güzel gidiyordu. Her hafta pace daha iyi, her hafta intervalleri daha rahat çıkarıyoruz, sakatlıktan ses seda yok… Tek eksiğimiz yarış içi beslenme… Ne yaptıysam olmadı, Pınar’ı bir türlü enerji jeli almaya ikna edemedim. Tadını sevmedi… Suya karıştırdım olmadı, meyve suyuna karıştırdım yine olmadı. Sek zaten içmiyor. Suratındaki ifadeyi görseniz sanki zehir içiyor… J
 
Kalacağımız oteli de ayarladık. Hareket Candır ekibiyle adada buluşmak üzere ve hafta sonunu bizimle geçirmek için gelen arkadaşlarımız Süha ve Aygün ile Cuma günü sabah erkenden yola çıktık… Gün boyunca yüzlerce insanın adaya akın edeceğini bildiğimizden saat 13 feribotunu yakalamaya çalıştık. Son kmlerde de deli gibi hız yaptık bu nedenle, ama meğerse programı tamamen kaydırmışlar. Boşuna öyle koşturmuşuz… Sakin sakin oturup beklemeye başladık.
 
Adaya geçer geçmez otelimize gidip yerleştik. Harika bir bağevinde kalıyorduk.
Sahibi Ali abi sağolsun ne istediysek ayarladı. Hava, mekan herşey harikaydı. Cumartesi start öğleden sonra verilecekti. Sabah yola çıkanlar yetişebilsin diye böyle… Saat 8:00 gibi kalkıp iyi bir kahvaltı yaptık. Sonra merkeze doğru hareketlendik. Fuar alanının orada biraz gezdikten sonra start noktasına doğru yerimizi almaya yöneldik.




Bütün Hareket Candır ekibi hep birlikte hazırdık. Start’ın verilmesi ile birlikte coşku içinde koşmaya başladık. İlk 3-4 km gayet iyi geçti, meşhur yokuşlara yaklaşıyorduk. Derken karşıdan gelen birini gördüm. 10K koşucusu 5km dönüş noktasından dönmüş uça uça finişe gidiyordu. Bir de yanımızdan geçerken sanki yürüyormuş gibi gayet rahat bir şekilde “Allah yardımcınız olsun beyler” dedi ve uçmaya devam etti. J

İlk yokuşa giriyorduk ve aynı tempo ile devam ediyorduk. Ben yavaş koştuğum için gayet iyiydim, Pınar’ın da morali gayet iyi görünüyordu. Herhangi bir ağrısı yoktu… Hafif bir inişten sonra tekrar yeni bir yokuş, tekrar, tekrar, tekrar… İn çık, in çık, in çık… Allahım bitmek bilmiyor… Yan gözle Pınar’a bakıyorum gayet iyi, başı dik devam ediyor… Onlarca yokuş ve virajdan sonra öyle bir noktaya geldik ki su istasyonu uzakta bir nokta gibi görünüyor ve biz daha 9.km’de falanız. Orası 12… O sırada aklımdan Pınar geçiyor. Söyle bir yan gözle bakayım derken elini o noktaya doğru kaldırdığını gördüm. Allah dedim J Koşmamız gereken yokuşlar ve mesafeden şikayet edecek derken “Ne güzel manzara değil mi?” dedi… Derin bir oh çekip evet dedim. Ve yokuştan aşağıya doğru koşmaya devam ettik.

Onlarca daha yokuş inişi ve çıkışından ve virajlardan sonra tekrar yan gözle Pınar’ın durumunu kontrol edeyim dedim. Yüzünde kendinden emin bir ifade ile aslan gibi koşmaya devam ediyor… Öyle duygulandım ki gözlerimden yaş akmaya başladı… Pınar bu an ile hala dalga geçiyor. Hayatımızın en romantik anı koşarken oldu diye…

Yolda fotoğraf çekenlere güzel bir poz verip ilerlemeye devam ettik.

Artık yol boyunca yokuşları yürüyerek çıkan bir sürü insanın yanından koşarak ilerliyorduk. 15’e kadar devam eden yokuşlu bölgenin sonuna gelmiş ve Ayazma plajına doğru yönelmiştik. Artık gerisi düz diye umuyorduk. Tatlı bir inişle Ayazma’nın yanında geçip içeri yöneldik ve bu seferde çok uzun ama düşük eğimli bir yokuşa geldik… Git git bitmiyor… Nefes kesen türden… Bu arada benim Pınarım hala yardır yardır koşuyor. Dizi acıyor ama koşmaya devam… 16’dan sonrası çok zorlu oldu. Çünkü yol boyunca gıda almadan ve son olarak koşu başlamadan 4 saat önce ettiği kahvaltı ile ilerliyor ve üst limitlerinde gidiyordu. Kalp falan hak getire… Hepsi tavanda… J Toplamda harcadığı efor, temposunun yüksekliği ve yokuşlar hesaba katılınca bence düz maraton mesafesine eşitti. Ben kendi tempoma göre yavaş olduğum için gayet rahat ilerliyordum. Son kilometrelerde glikojen depoları iyice boşalan Pınarım acı ve bitkinlikle mücadele ederek koşmaya devam ediyordu. 6:00-6:30 arası giden pace, bu son kilometrelerde 07:00-07:30’a çıkmıştı. 19.km 8:29 ortalama ile geçildikten sonra 20’de artık sona geliyor olmanın son gayretleri ile 7:06 ve son kilometre ise 6:21 ile bitti.

Büyük bir mutluluk içinde elele tutuşarak finişten geçtik. Pınar kendini kenardaki bankın üstüne atıp soluklanmaya çalışıyordu. Öyle mutluydum ki… Bunu da başarmıştık. Pınar 2 ay önce hayalini bile kuramayacağı kadar başarılı bir koşu yapmıştı. 2:26:00 süre ve 6:57 ortalama pace ile koşumuzu tamamladık.




Biraz sonra kalkıp hep beraber Ayazma Plajına doğru yola koyulduk. Plaja yarış parkuru üzerinden gittik ve koştuğumuz yerleri tekrar gördüğümüzde kendimiz bile inanamadık… Git git bitmiyor. Araba ile bile yorucu…

Plajda kumsallara uzanıp buz gibi denize girmek böyle bir koşunun üstüne çok güzel geldi… Ama Pınar kendini bir garip hissediyordu. Titreme ve nedensiz yere ağlama başladı. Niye ağlıyorsun diyorum bilmiyorum diyor J Derken bizim gruptan bir doktor arkadaş açılın ben doktorum diye geldi J Hipoglisemi olabilir tatlı bir şeyler yedirelim dedi… Yan gruptan bira önerdiler J Sağolsun aynı gruptan bir bayanın çantasında çikolata varmış. Pınarım yedikten 2 dk sonra normale döndü… Tabi sabah 8’de yediği şeyle duruyordu ve üstüne böyle bir koşu yapmıştı. Koşudan hemen sonra midesini kilitlenmiş hissettiği için hiçbir şey yememişti… Allahtan hemen düzeldi… Bu da ilginç bir anımız olarak tarih sayfalarımızda yerini aldı… Herhalde bir dahaki sefere ne kadar sevmese de enerji jeli kullanacaktır :-)

Akşam Hareket Candır ekibi ile güzel bir yemek ve arkadaşlarla sohbetten sonra ertesi gün yorgun ama gururlu bir şekilde J evimizin yolunu tuttuk…


2013 Vodafone İstanbul Maratonu


Uzun bir sessizlik döneminden sonra yeni bir post için oturma ve yazma motivasyonunu yakalayabildim...
Aslında bu süreçte yazacak ilginç bir şey de pek olmamıştı. 2012 Avrasya’dan sonra ilk koşumuz eşimle birlikte hazırlandığımız ve onun ilk 21K koşusu olacak olan Bozcaada Yarı Maratonuydu. Eşim için müthiş bir başarı hikayesiydi...  Diğer bir koşu ise hemen Bozcaada’dan 2 hafta sonra koşulan Çayırova Yarı Maratonu oldu. Sonrasında ise yaz dönemi, yeni sakatlığım ve 2013 Avrasya… Ama bu süreçte beni derinden sarsan tek şey babamı kaybetmem oldu. Benim gibi sağlık ve spor düşkünü birinin babasının göz göre göre sigaradan dolayı akciğer kanserine yakalanmış olması ve ellerimizin arasından su gibi akıp gitmesi çok travmatik bir durumdu. Acımı tarif etmek mümkün değil. Babamın hastalığı sürecinde sağlam kalabilmemin tek nedeni koşmak oldu. Evde oturamadım koşuya çıktım, bunaldım koşuya çıktım, babam komaya girdi koşuya çıktım, babamı toprağa verdim koşuya çıktım. Koşmasam düşünecek, kuracak ve kendi kendimi yiyecektim. Koştum, düşüncelerden uzaklaştım, koştum, ağladım, koştum, rahatladım, koştum, koştum, koştum… Bu sene maratonumu da babama adadım… Attığım her adım babam içindi, onu anmak, kanseri ve sigarayı lanetlemek içindi… Koşu boyunca ne zaman zorlansam babamı düşündüm ve onun benimle gurur duyabiliyor olma olasılığını düşündüm… Umarım görebiliyordu…

 


Bu sene antrenman sürecimde Haziran başında başlayan sakatlık, sonrasında babamın hastalığının olumsuz etkileri ile mücadele etmek zorunda kaldım. Toplam 74 antrenman koşusunu 75 saatte yaparak 744 km mesafe kat etmişim.

Önce Nisan, Mayıs aylarından başlayayım. Eşimin sakatlığı geçmiş ve koşmaya başlamıştı. Önümüzdeki en cazip fırsat Bozcaada Yarı Maratonuydu ve ona hazırlanmaya karar verdik. Bütün antrenmanlar eşime göre ayarlandı. Yani ben onun hızında koştum. Benim normal pace’ime göre yaklaşık 1:30 dakika yavaş koştum. Bütün antrenmanlar ve koşu boyunca eşime eşlik ettim. Tabi bu beni ister istemez yavaşlatmış oldu. Aylarca yavaş koşarsan yavaşlarsın. Doğal… Bozcaada’dan 2 hafta sonra Çayırova vardı ve bu iki haftayı kendi pace’imi yakalamak için interval ağırlıklı geçirmeye karar verdim. Çayırova koşusu boyunca da maksimum limitlerimde koştum. Ancak 1:53:00 yapabildim ki bu geçen sene Avrasya antrenmanları sürecinde yaptığım 21k derecelerinden kötü bir dereceydi. Bu moral bozukluğu ile intervallere devam etmeye karar verdim. Hemen Çayırova’dan 2 gün sonra sahile indim, intervale başlamıştım ki, kalf’ımın altında soleus kaslarımda bir acı oluştu. Acıyı en iyi şöyle tarif edebilirim; adeta iki terrier ısırmış ve ben koştukça benimle geliyorlar. Hemen durdum. 2 gün bekledim, acı sızı yok, tekrar çıktım, aynı… Bu sefer etkisi uzun sürdü, 3-4 gün sonra tekrar denedim ama durum daha kötü. Tabi ver elini internet… Upper Achilles Sendromu olduğunu düşünerek tavsiye edildiği gibi 2 ay koşmamaya karar verdim. Zaten önümde 3 hafta yaz tatili vardı… Temmuz sonuna kadar hiç koşmadım. Acı gün içinde vardı ama her gün azalıyordu. Son 1 ay hiç yoktu ama koşmayı da denememiştim. Bu sırada çeşitli egzersizlerle kalfı güçlendirmeye çalışıyordum ve bisiklet ile yüzme yapıyordum.

14 Ağustos geldi, tatiller bitti ve artık Avrasya’ya 3 ay kalmıştı. İki ay aradan sonra ilk koşuma endişe ve gerginlik içinde çıktım… Ve daha 1-2 km olmadan aynı acı başladı… Kabus gibiydi… Böyle devam etmeye kadar verdim. Kendimi zorlamadan minimum tempo ile koşmaya devam ettim. Her gün bir öncekinden biraz daha kötü oluyordu, sonra iyileşiyor gibi oluyordu ve tekrar alevleniyordu. Ağustos ayı boyunca ortalama pace’im 06:00-06:30… Eylül ayında da benzer paceler devam etti. Hafta sonları uzun koşularım tam bir işkenceydi. İlk 5km acı çok, sonra uyuşuyor gibi oluyor ve azalıyor son km’ler sanki parçalanıyor gibi. Ayak parmak uçlarıma bile dikilemiyordum. Ama duramazdım. Yoksa 2013 güme gidecekti…
Suçlu benim aşırı yüklenmem mi yoksa yeni aldığım ayakkabılar mı tam bilemiyordum. Bu sene Newton Gravity almıştım. Çoğu Ironman’in kullandığı bir marka ve cushioning konusunda kendi patentleri olan ve diğer bütün ayakkabılardan farklı bir teknikle üretilmiş bir ayakkabıydı. 3 derece Heel-to-Toe dropu oluşu ve değişik bir şok emme sistemi nedeniyle sakatlığımın sebebi o mu bilemiyordum. Ya da ikisi de… Biraz da kendimi ittiğimi düşünüyorum, normalde koşarken arkada kalan ayak ile itme hareketi yapmamak lazım ama intervallerde ittim galiba… Bütün bunların birleşimi sakatladı beni…
 
 

Tesadüfen Baltalimanı Kemik Hastanesinde Spor hekimi olduğunu öğrendim. Belki yardımı olur düşüncesiyle randevu aldım. Eylül ayının sonuydu. Avrasya’ya 4-5 hafta vardı. Benim yazılarımı okuyanlar Türkiye’deki hekimlerin spor sakatlıkları ile ilgili yaklaşımları hakkında düşüncelerimi bilir. Muayene sırasında duyacağım sözleri hayal ediyorum. “Koşmayı hemen bırakın, birkaç aya geçer” J Bu beklenti ile randevuya girdim. Uz. Dr. Canan Gönen Aydın… Kısa bir muayeneden sonra kalf kasımın achilles tendonuma göre çok büyük olduğunu bunun dengesizlik yarattığını, koştuğum zeminle birleşince MTSS geliştiğini söyledi. Bilmediğim bir sakatlık adı duymama şaşırmıştım. ESWT cihazında 5-6 seans terapi görmem gerektiğini söyledi ve ilk seansı da 10dk içinde yaptılar. Korku dolu bir şekilde koşmaya devam edeyim mi dedim… Tabi ki dedi, yoksa iyileşme olup olmadığını nasıl anlayacağız… Vaaaay dedim… İşte bu… Aradığım doktor… Ve 2-3 gün arayla seanslar devam etti, koşular da… 4. Seansın sonunda iyileşme yok denecek kadar azdı. Maratona 4 hafta kalmış ve ben acılar içindeydim, sanki neşter ile bacağımın dış kenarı kemik boyunca dikine kesilmiş ve açılan yarıktan giren hava canımı yakıyor gibi... Acıyan bölgeler birebir fotoğraftaki gibi...

Bu sırada babamın durumu belli olmuş ve ayrı bir acı da kalbimi yakıp kavurur olmuştu… 5. Seansta her şeyin değişebileceğini söyleseler de hiç umudum yoktu… 11 Ekim günü son seansa gittiğimde son 1-2 gün içinde %40-45 iyileşme olmuştu. Tamam dediler… Biz yola koyduk, gerisini vücut halledecek, koşmaya devam… En azından zemini değiştirerek işleri kolaylaştırayım düşüncesi ile sahilde beton zeminde koşmayı bırakıp bütün koşularımı Belgrad Ormanı Neşet Suyu Parkuruna taşımaya karar verdim. Normalde akşam iş çıkışı koşuyordum ama orman karanlık olduğundan sabahları koşmaya başladım. Bunun için saat 5:30 kalkış, 06:00 Ormana varış, 10k koşu sonrası 7:15 eve dönüş, hızlı duş vs 7:35 işe doğru yola çıkış. Pazar günleri dahil aynı takvimi uyguladım. Çünkü Pazar günleri uzun koştuğum için ailelerin gezintiye geldiği saatlere kadar sarkıyor ve çok zorluk çekiyordum. Saatler geri alınmadan önce ormana vardığımda henüz gece devam ediyor oluyordu. Bir koşumda bana eşlik eden köpek sayesinde yolu bulabildim. Hatta bir ağaca çarpıyordum J O saatte ormanda sis ve karanlık içinde koşmak çok gizemli ve değişik bir deneyimdi… Tabi tek başınasın… Bütün parkur bomboş… Bu arkadaş da benim yeni ekürim...

 
Maratona 2 hafta kala hala acı az da olsa yerindeydi. Ne zaman zorlasam “Hooop, ne oluyor, ben buradayım” diyordu. Artık maratonu bu acı ile koşacağım gerçeğini kabul etmiştim. 10 günden az kalmış ve Haziran başından beri geçmeyen şey tabi ki 10 günde geçmeyecekti… Ama ne olduysa ben de anlamadım. Son haftanın içinde, acı %99 bitti… Maraton fuarından aldığım Booster kalf koruyucuyu da takviye olarak giymeye karar verdim. Daha önce hiç denememiş olsam da eğer sorun çıkarırsa aşağı sıyırırım düşüncesiyle maratoncuların tavsiyelerinin başında gelen “Daha önce denemediğin hiçbir şeyi yarış günü kullanma!” kuralını çiğnedim J Kalf koruyucu kasları sıkı tutarak adımların kemikler ve kasların birleştiği noktada yaptığı titreşimi azaltarak sakatlanma riskini düşürüyor, aynı zamanda toplar damarları sıkı tutarak kirli kanın burada oturup kalması önleyerek kas içinde iyi oksijenlenmeye olanak sağlıyor.


Bu arada geçen sene antrenman sürecinde yaşadığım hiçbir sorunu bu sene yaşamadım, su, gıda, dışkı vs konuların yönetimi konusunda iyice uzmanlaşmışım… Geçen sene uzun koşularda oldukça fazla kilo kaybederdim bu sene beslenme ve su konusunu doğru becererek ertesi sabah aynı kiloda uyanmayı başardım.
Bu sene geçen seneden farklı olarak Body Building antrenmanları da yaptım. Geçen sene de denemiştim ama özellikle uzun koşular sırasında son çalıştırdığım kas gruplarındaki acı koşuyu işkence haline getirdiği için bırakmıştım. Bu sene büyük bir azimle devam ettim.
Haftalık antrenman programım şu şekilde oldu…

Pazartesi
Salı
Çarşamba
Perşembe
Cuma
Cumartesi
Pazar
 
 
KOŞU
BİSİKLET
KOŞU INTERVAL
KOŞU
DRILLS
BİSİKLET
UZUN KOŞU
GÖĞÜS
LATERAL
KARIN
OMUZ
KOL
 
 

 
Bu senenin geçen seneden bir farkı da Cross Training (Çapraz Antrenman) konusunu aksatmadan uygulamam oldu. Her Salı ve Cumartesi yarış bisikleti ile CT yaptım. Ayrıca bu sene karın kaslarımı güçlü tutma konusunda da daha özenliydim. Her Çarşamba koşudan sonra karın çalıştım. Koşuları sabaha taşıdıktan sonra çift antrenmanlı günler oluşmuş oldu. Biraz daha rahat oldu. Interval sonrası karın çalışırken zorlanıyordum… Tabi intervallerimin adı interval. Sakatlıktan dolayı hiç biri doğru dürüst interval olamadı :-(

Drill’e gelince… Haftada 1 gün yaptım ama galiba 2 gün yapmak daha iyi olacak… Önümüzdeki sene drill’i 2 güne çıkaracağım. Bu haftalık programı iki elim kanda bile olsa uyguladım. Gerektiğinde bazı günleri birleştirdim, gerektiğinde kaydırdım ama toplamda hiç birini iptal etmedim, es geçmedim.

Bütün yaşadıklarıma rağmen olabildiğince hazırdım. Aklımda hedef süre yoktu. Aslında geçen sene başında bu sene için koyduğum 3:30:00 hep kafamdaydı ama henüz 5:45 ortalama pace’in altında koşamadan maraton gelmiş çatmıştı. Bu durumda geçen senenin altında bitirmek hedef haline dönüştü. Ormanın yokuşlarını hesaba katarak asfaltta ve genel olarak düz olan Avrasya parkurunda daha iyi bir ortalama pace çıkaracağımı tahmin ediyordum ama sonuçta sakatlığımın bana neler yaşatacağını bilmiyordum. Belki 30km sonrasında beni bitirecekti… Kafamda bir sürü soru işaretleri yarışı bekliyordum.

Cumartesi akşamı son kontrollerimi yapıyordum, kıyafetler, HRM, telefon, kulaklık, yarış çipi, göğüs numarası, su toplama ihtimali olan yerler için vazelin, enerji jelleri, olası tuvalet ihtiyacı için ıslak mendil, koşudan hemen önce içmek için su, koşudan önce köprüde donmamak için atmalık sweat shirt…  Gece boyunca kaç kere odaya girip baktım bilmiyorum. En sevdiğim parça babam için yaptırdığım t-shirt… Ertesi gün giyeceği bayramlıklarının heyecanıyla günü geçiren çocuklar gibiydim.

İki-üç gündür karbonhidrat ağırlıklı beslenerek glikojen depolarımı olabildiğince fulledim. Cumartesi akşamı koca bir tabak makarna… Pazar sabahı kahvaltıda aynı şekilde makarna J Aylardır yemeyince insana çok güzel geliyor… Bu noktada aşırıya kaçmamak önemli… Yoksa hem aşırı tuvalet, hem de kilo alma olabilir. Aylarca hazırlandıktan sonra basit bir tuvalet meselesi her şeyi mahvedebilir. Yolda örneklerini gördük J

Yarış öncesi beslenme kadar yarış içi beslenme ve su alımı çok önemli. Ben geçen sene olduğu gibi her 7km’de bir 500kcal’lik jel atarak bacaklarımdaki glikojen depolarını olabildiğince korumaya çalışacaktım.

Son 2 gün su alımımı da arttırarak olabildiğince vücudumun su oranını yükselttim. Su alım stratejisi olarak yarış öncesi evden çıkmadan önce 0,5lt, yarıştan hemen önce 0,5lt daha planladım. Maraton boyunca bütün istasyonlardan su alacaktım. Tabi Kasım ayı ve köprünün sabah ayazı bütün planları geçen sene olduğu gibi bozdu. Evden çıktığımdan beri 4 kere dolu dolu çiş yaptım. Sırf köprünün üstünde 1 saat boyunca 3 kere yaptım. Ve hemen 10dk önce yapmama rağmen koşu başladıktan sonra köprüyü geçer geçmez bir daha gelecekti. Bir de 12.km’de… Soğuk hava benim böbrek aktivitemi anormal arttırıyor. Ama bütün istasyonlardan su alarak dehidre olmadan hallettim.

Cumartesi akşamı saat 11 gibi yattım ve kolayca uyudum. Sabah 05:00 kalkış… Kahvaltıda makarna, 20-25 dk oturma ve tuvaletimin gelmesi için bekleme J Tam tatmin olamadığım bir parti tuvalet denemesinden sonra Sirkeci’de ikinciyi denemek üzere giyinip 06:10 gibi arabayı Sultanahmet meydanındaki otoparka koymak üzere yola çıktım. Ama nafile… Saat 07:00’da kapanacağı söylenen yollar erken kapanmış… Karaköy köprüsünün oraya geldim polisler geçirmedi, bir de Unkapanı köprüsünü denedim olmadı. “Araba parkurda kalmayacak, Sultanahmet’e otoparka bırakacağım ben koşucuyum bakın göğüs numarama” dedim ama kabul etmediler. Neyse fazla gerilmeden Taksim’e gitmeye karar verdim. Ne de olsa tüketilmiş enerji; tüketilmiş enerjidir. Sinirden bile olsa… Taksim’in yeni düzenini doğru dürüst bilmediğim için arabayı Gümüşsuyu’nda bir ara sokağa park edip yukarı yavaşça yürüdüm. Bu yürüyüş barsak aktivitemi de arttırmıştı J Hemen The Marmara’nın altındaki Starbucks’a gittim. Bu sefer tamamdı… Bütün intestinal sistem boşalmıştı… Hop oradan servislere…

Köprüye vardığımızda hemen indiğim yerde Hareket Candır ekibine rastladım. Yunus, Melis, Ezgi, Serkan vs… Herkes oradaydı. Biraz sonra Serkan ile gruptan ayrılarak maraton tarafında geçtik. Grubun büyük çoğunluğu 15K koşacaktı… Sonra Bilal ve Alperen ile buluştuk. Son 15dk’ya kadar muhabbet edip karşılaştığımız tanıdıklar ile selamlaşmalar vs sonrası ısınma koşularına başladık. Maratonun başlamasına 2-3dk kala birbirimize başarılar dileyip, sarılıp bir daha yol boyunca konuşmamak üzere yerimizi aldık J Her türlü enerji tüketimi hesap dahilinde J
Aşağıdaki fotoyu çektiğimizde Alperen'le henüz buluşmamıştık.



Bu sene en arkalardayız. Geçen sene ortalarda başlamıştım. Beni başlarda geçen az olmuştu, yolda ilerlerken pek de sıkıntı çekmemiştim. Ama bu sefer arkada başladığım için pek çok insanı geçmeye çalışmak zorunda kaldım. Bir sürü zig-zag… Bir sürü gereksiz enerji sarfiyatı…

Bütün koşuyu kalp ritmi odaklı koşacaktım. Benim recovery veya endurance denen Zone1 124-136 bpm arası… Buna sadık kalarak hiç Laktik asit üretmeden Barbaros’un sonuna kadar indim. Ortalama pace 6.05’den başladı ve her km’de düşüyordu. 5K sonunda 05:48 oldu. Karaköy köprüsünde giderken gayet iyiydim. Koşunun gerisini kalbi 150-155 bpm arası tutarak koşacaktım ve yavaşça bu tempoya doğru hızlanmaya başladım. 7km’de ilk jelimi attım… Kendimi gayet iyi hissediyordum. Yolda Hülya’yı gördüm… Selam verip yavaşça geçtim. Karaköy köprüsüne girdim, burası tüm parkur içinde en sevdiğim yer... Arkada tarihi yarımada, Haliç’in suları, martılar… İstanbul Maratonu’nu yabancılar için cazip kılan her şey burada toplanıyor. Köprü üstünde manzarayı seyredip keyfini çıkara çıkara ilerledim. Bacaklarda hiç problem yok… Yine çişim geldi ve hızlıca bir ağacın yanına gidip yaptım. Feshane dönüşünden sonra 15K parkuru ile kısa bir birleşim ve Unkapanı sapağından ayrıldık. 18-19km civarı Haşim İşcan geçidinden geçerken aklıma geçen sene tam bu noktada yaşadığım garip şey geldi. Maratondan bir hafta önce başlayan Achilles tendonidis’in etkisiydi sanırım. Topuklarımdan ayak bileğime doğru iç taraftan hava kabarcıkları ilerliyormuş gibi bir his… Geçen sene bu noktadan sonra bana çok sıkıntı vermişti… Achillesteki sorun hala geçmemişti. Tam bağlantı noktasındaki sıkıntı bir senedir devam ediyordu. Ama bu sene koşuda sorun çıkarmadı. Yenikapı’ya gelirken oldukça iyi hissediyordum ve hızlanmıştım. Geçen senenin kazananı Chebagut ben sahile ulaşamadan önümden geçip gitmişti. Bu sene sahile girdikten 2-3km sonra karşıdan lideri gördüm. Bu noktaya kadar her km’de ortalama pace düşüyordu. 5:20-5:15-5:09… Galiba ortalama 5:00 pace ile bitirecektim. Çok mutluydum J 

Annem ve kardeşim Ozan, Samatya çıkışının orada bekleyeceklerdi. İçimde o noktanın heyecanı vardı. Babam için koşuyordum ve onları görünce neler hissedeceğimi bilmiyordum. Heyecan içinde beni beklemeleri gereken noktaya yaklaştığımda annem ve kardeşimin yerinde yeller esiyordu J Herhalde sahil kapalı olduğu için trafik var dedim… Annem cabbar kadındır. Bir yol bulur. Olmadı dönüşümü bekler. Aynı noktadan bir de 35km’de geçecektik. Ama o esnada ne durumda olacağımı bilmediğim için şimdi görmek daha iyi olurdu. Yol boyunca bakınarak ilerledim. Bu sayede km’ler akıp gidiyordu J Derken… Aha… İlerde yürüyorlar. Tam 25K su istasyonunu geçtim kardeşimle birbirimizi gördük. O sırada kafamdan aşağıya sünger sıkıyordum… Hemen hızlıca ikisine de sarılıp, öpüp, tabi ki ağlamaklı olup koşmaya devam ettim… İnsanın böyle anlarda ailesinin desteğini hissetmesi çok önemliymiş… O gazla ortalama pace’imi düşüre düşüre ilerliyordum… Herşey harika gidiyordu. Derken birden bire kulağıma gelen müzik durdu ve bir anda sırtımdan ter çıktı. Aklıma start anında telefonun ekranını kapatmadığım geldi… Nike+ uygulaması ile koşuyorum ve her km sonunda geri bildirimi ondan alıyordum. Ama ne yazık ki iPhone’un pili 2 saat 21 dk açık ekrana dayanabildi… Böylesine önemli bir koşuyu tamamen kaydedemediğime mi kızayım, bundan sonra pace konusunda geri besleme alamayacağıma mı üzüleyim bilemedim… Start anının heyecanı işte…

Gelik’in önünden döndükten sonra ilk başta klasik kafa rüzgarını hissetmedim. Çok sevindim ama biraz sonra tatlı tatlı başladı… Birkaç km geçmemişti ki solda karşıdan gelen Serkan’ı gördüm. Ne zaman geçmiştim onu bilmiyorum. “Serkan yürü!” diye bağırdım, "koşmaya devam" demek istiyordum J… Beni gördü, elinle pek iyi değilim gibi bir işaret yaptı… 10 dk falan sonra da Bilal’i gördüm… İyi görünüyordu… Zaten antrenmansız olduğu için yavaş koşacaktı… Tahmin ettiği gibi gidiyordu… 

30km kontrol noktasına kadar gayet iyi geldim. Samatya’ya doğru yaklaşıyordum ve yorgunluk, rüzgar vs etkilerden yavaşlamaya başladığımı hissediyordum. 35K kontrol noktasındaki su istasyonunun hemen arkasında yol bariyerlerinin üstüne çıkmış kardeşimi gördüm J Tekrar çok sevindim. Annem de tam gıda istasyonunun yanında elinde soyulmuş bir muz beni bekliyordu J Bu sefer hiç durmadan muzu koparıp ağzıma atıp devam ettim. Onları görmek yine güç verdi… Nabzım biraz yükseldi ama biraz sonra normale döndü. Muzu ağzıma attıktan sonra arkama dönüp elle bye bye yaptım ve tam öne dönerken önümde olduğunu görmediğim bir kızcağızın kolunun arkasına dirseğimle çok sert bir şekilde vurmuş oldum… Nasıl üzüldüm anlatamam… Kızın gözlerinde dehşet ifadesi vardı… Sorry morry dedim ama nafile… İkimiz de koşmaya devam ettik. Zavallı kızın kolu herhalde finişe kadar acımıştır. 35 sonrası su damlasa canın acır… Kardeşim fotoğraf çekerken olayı da görüntülemiş oldu…



 
Yenikapı Gülhane arası geçmek bilmedi. Artık iyice yavaşladığımı hissediyordum. Bir iki velet yanıma gelip benimle "of pof" diye taklidimi yapa yapa koştu. Hiç muhatap olmadım. Baktılar umursamıyorum gittiler… Fırlamalar J Bir ara tanımadığım bir adamla yan yana geldik ve her ikimiz de birbirimize uymaya başladık. Aynı tempo ve adımla birbirimizi hiç konuşmadan, göz göze gelmeden 2-3k taşıdık. Bu sırada aklımda büyük hedefim olan Fransa Nice Ironman var. Allahım aynı mesafeyi önce 4km yüzüp, sonra Nice'in tepelerinde 180km bisikletten sonra yapacaktım... O an karar vermek gerekse kesin vazgeçersin... Bunları düşünmek için çok yanlış bir an olduğunu kendime hatırlatıp devam etmeye odaklandım.

Ve Gülhane girişi… Geçen sene çanıma ot tıkamıştı bundan sonrası…

Yokuş başladıııı… İyice yavaşladım ve kalbimi belli sınırlarda tuttum. Geçen sene bu noktada bir 15k koşucusu kalpten vefat etmişti… Yavaş ama emin adımlarla Gülhane’nin çıkış kapısına ve son zorlu yokuşa ulaşmıştım. Burada 1 dakika bile yavaşlasan toplam sürene etkisi nedir ki?

Son 10K boyunca kaç kere "Baba bana güç ver" dedim bilmiyorum… Bir yandan Pınar’ı düşünüyorum. Acaba beni bekliyor mu? Telefon kapalı arayamadı merak ediyor mu? Geçen seneki finiş anı gözümün önünde…

Ve son yokuş… Geçen sene buraya geldiğimde pek kimse kalmamıştı. Bu sene daha erken geldiğim için oldukça kalabalıktı. Yakınlarını bekleyen yabancı ailelerin tezahüratları güç veriyordu… Tam yokuşun ortasında hamstringlerime kramp gireceğini hissettim ve kalçamın altından bacaklarımın arkasını tutarak durdum. Klasik kramp duruşu J Bahsettiğim gruptan “oooooo,  aaaaa, nooooo” şeklinde sesler geldi. Bir adım daha atsam kesin girecekti. Sakince karnımı içime çekerek bacaklarım düz şekilde öne doğru eğildim ve gerginlik geçene kadar 3-5 sn bekledim. Sonra dikildim ve aynı hızda koşmaya başladım. Yerini sessizliğe bırakmış olan oooo, noooo sesleri bu sefer “heyooooo, bravoooo” tarzı seslere dönüşerek alkış koptu J Elimle ok yaparak o gazla yokuşa devam ettim. Aklımda finish noktasında bekleyen eşim ilerliyordum ki sağda Melis’i gördüm. Hareket Candır ekibi bizi bekleyecekti ama o an tek Melis var sandım. Grubun gerisinin finişin 20m gerisinde olduğunu sağ taraftan gelen Emrah seslerini ve elleri görünce anladım. O kadar mutlu oldum ki anlatamam… Bütün acılar bitti… Oraya doğru koşarak çakabildiğim bütün ellere çaktım ve finişe doğru devam ettim. Geçen sene tam karşımda beni bekleyen Pınar’ımı çizgiyi geçtikten sonra sağda gördüm… Son gayret sağa çark ve sarılma ile bütün acılar yerini mutluluğa bıraktı… Başarmıştım. Çok çalışmış, sakatlık, babamın hastalığı ve vefatı ile mücadele etmiş ama yılmadan yoluma devam ederek başarmıştım. Geçen seneden 21dk daha erken bitirdim. 03:44:01.

Ve finiş anından bazı görüntüler...

Pınar'ı gördüğüm an...
 
Birbirimize sarılışımız...

 




Pace tablom şu şekilde…
0-5
5-10
10-15
15-20
20-25
25-30
30-35
35-40
40-42
Overall
05:48
05:13
05:11
05:04
05:02
05:02
05:19
05:27
06:38
05:19

Ve teşekkürler…

Harika yaklaşımı ve doğru teşhis tedavisi ile Baltalimanı Kemik Hastanesi Spor Hekimi Uz. Dr. Canan Gönen Aydın…

Her gün yaptığım antrenmalara, sabah erken kalkmalara, etraftaki spor aletlerine, habire kirlenen spor kıyafetlerime, vır vır cır cır kafasını koşu muhabbeti ile yememe katlanarak bana bu süreçte maksimum destek veren sevgili eşim Pınar Küçükgirgin…

Koşu antrenmanlarım ve yaptığım tüm spor faaliyetlerine kendimi yoruyorum ve terliyorum diye sonuna kadar karşı olmasına rağmen o gün yanımda olan sevgili annem Ahsen Küçükgirgin ve kardeşim Ozan Küçükgirgin…

Bir parçası olmaktan büyük mutluluk duyduğum, sıcaklığı ve samimiyeti ile bütün koşu gruplarından uzak ara ayrılan değerli Hareket Candır! Ekibi…

Sabah koşularımda beni yalnız bırakmayan Neşet suyunun Alman Kurdu kırması köpeği…

Hepiniz sağolun, var olun… Herşeyi sayenizde başardım…

Ve son olarak… Yaşarken kendisine teşekkür etmediğim/edemediğim için çok üzgün olduğum, ömrünü bizim için çalışarak geçirerek bizi yetiştiren, okutan, büyüten sevgili babam Feridun Kaya Küçükgirgin.
“Baba… Sen gözlerimizin önünde eriyip giderken, adeta “yakında öleceksin” demek olacak diye sana sarılıp teşekkür edemedim. Her şey normalmiş gibi davranmaya çalıştık. Ömrün boyunca seni her hangi bir şekilde üzdüysem ne olur beni affet… Elimden geldiğince senin gibi dürüst ve sevilen bir adamın oğlu olmaya layık olmaya çalışıyorum. Bizim için yaptığın her şeye minnettarız. Bir gün buluşmak ve tekrar sarılmak dileğiyle… Huzur içinde uyu… Umarım Lili ile birbirinizi bulmuşsunuzdur…”